- Katılım
- 17 Mart 2019
- Mesajlar
- 7,436
- Tepkime puanı
- 9
- Cinsiyet
-
- Bayan
BAL: Farsça kol, kanat demektir. Kalbin ilim ve irfanla parlatılması ve aydınlatılması.
BALIM EVİ : Bektaşî tabiri. Hacı Bektaş Veli Tekkesi'ndeki evlerden birinin ismidir. Burası ayrı bir tekke halindeydi. Balım Evi babasının yanında, ayrıca babalar da vardı. Bunlar ayrı ayrı nasip vermezlerdi. Ancak, dışarı çıkarlarsa nasip verirlerdi. Tekke içinde hepsi dedebaba'ya bağlıydı. Bunlar mücerred (bekar) olurlardı. Balım Evi'nin son babası, "Japon Hasan Baba" idi.
BALIM TAşI : Kırşehir dolaylarında çıkan ve kendisinden oyularak vazo, masa, sürahi vs. gibi eşyalar yapılan balgamî tür taşa, Alevîler ve Bektaşîler "Balım Taşı" derler. Onlara göre bu taş, Balım Sultan'ın kerâmetiyle çıkmıştır. Teslim Taşı, Palheng gibi tarikat enstrümanlarının bir kısmını bu taştan imal ederler. Aynı zamanda, meydanda taht'ın önünde de bu taş bulunur ve babaya niyazdan sonra oraya da niyaz edilirdi.
BALİÐ: Arapça. Bulûğa ulaşan, eren demektir. Bulûğda olgunluk sadece yaşça olur. Ancak olgunlukta buluğ, kulda ancak şu dört husus olgunluğa erdiği zaman teşekkül eder : 1. Sözler, 2. Fiiller, 3. Me'ârif, 4. Güzel ahlâk. Bunun Farsça çoğulu "bâliğân" dır.
BÂLİş ZEDEN: Farsça iki kelimeden teşekkül etmiş bir ifâde. Yastık dövme anlamında. Yastığa çubukla vurup tempo tutmak ve semâ etmek.
BÂM: Farisî dilinde bam, çatı anlamına gelir. Tecellinin ortaya çıktığı yere bâm denir.
BANA BİR ADIM GELENE, BEN İKİ ADIM GELİRİM : Bu atasözü bir hadîs-i kudsînin mealidir. Allah şöyle buyurur : "Kul Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım, Bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim. (Cami, c. II, s. 69) Halk, bunu genel manada kullanmış iken, sûfiler, Allah'a yaklaşma hususunda ele almışlardır.
BANG-İ CERES: Farsça-Arapça iki kelimeden oluşan bu tâbir, zil sesi anlamına gelir. Kısa, kapalı fakat kahr özelliğine sahip İlâhî hitap.
BARAN: Farsça, yağmur. Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti.
BÂR-I EMÂNET: Farsça-Arapça'dan oluşan bu ifade, emânet yükü anlamınadır. "Elestü birabbiküm" (A'raf/173) hitabının yapıldığı ruhlar alemindeki toplantıda, Allah'a verilen söz ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorumluluk. Dağlar ve göklerin yüklenmekten kaçındığı bu emaneti, zalûm ve cehûl olan insan yüklenmiştir. Yani bu emanet, taşınması, yer ve göklerin bile tahammül edemiyeceği kadar ağır bir sorumluluğu ihtiva etmektedir (Bkz. Ahzab/72).
BÂRGÂH: Farsça, sultan sarayı, izinle girilen yüce makam gibi anlamları olan bir tâbir. Allah'ın yüce huzuru. Bârgâh-ı İlâhî, bârgâh-ı İzzet, bârgâh-ı Celâl vs. gibi ifadeler, hep Allah'ın çeşitli açılardan yüce huzurunu belirtirler.
BARİKA: Arapça, şimşek çakması veya şimşek gibi çakan anlamındadır. Cenab-ı Akdes'den gelir, bir anda parlar söner. Bu hal, keşfin açılmasının başlangıcı sayılır.
BASAR: Arapça, görmeyi ifâde eder. Hakk'ın basarı kendi malumatının şühudu itibariyle, kendi zatından ibarettir. Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah'ın ayn'ı, ilminin gayesinin sonsuzluğu itibariyle Zâtından ibarettir. Çünkü O, Zâtıyla görülür. O'nun Zâtında sayı bakımından çokluk (adetlenme) yoktur. O'nun ilminin mahalli, aynı zamanda basarının da mahallidir. İlim ve basar iki sıfattır. Bu ikisi hakikatte birdir. Ancak, basarından murad, sadece kendi ilminin şehadet alemindeki tecellisinden; ve ilminden murad kendine ait nazarla, aynî ilimdeki idrâkten başka bir şey değildir. O, Zâtını Zâtıyla görür. Mahlûkâtını da Zâtı ile görür. Zâtı için rü'yeti, mahlûkâtı için olan rü'yetinin ayn'ıdır. Zira, basar, bir vasıftır. Fark ancak görülendedir. O, eşyayı devamlı görmektedir. O, bir şeye ancak dilediği zaman bakar. Eşya, O'na, kesinlikle perdeli değildir. Lakin O'nun nazarı, bir şeye ancak dilediği zaman ilişir. Hz. Peygamberin (s) "Allah'ın her gün kalbe şöyle bir nazarı vardır" sözü bu kabildendir. "Allah onlara bakmaz." (Al-i İmran/77) ayeti bu şekilde değildir. Zira bu âyetteki nazar, Allah'ın rahmet etmesi manasınadır.
BASİRET: Arapça. İdrak, firâset, kalb gözü ile görüş demektir. Tasavvufta, kudsiyyet nuru ile nurlanmış kalbin kuvveti olan basiret, Hakk'ın doğruya erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyanın hakikatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyanın zahirini ve dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nuruna basar denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan ve lisanımızda kalb gözü de denilen idrak edici kuvvete, özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zahir ve bâtına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basiret denir. Bu da ilâhî bir nurdur. Aynı şekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek denilen tam ve kamil idrâke basar denildiği gibi, kalp gözü ile hâsıl olan tam ve kâmil idrâke, ma'rifet-i mütehakkıka ve yakîniyye de basiret denir. Bundan başka beyyineye, hüccet ve burhana, şahideve dikkat ve iman ile ibret alınacak hidâyet sebeplerine de basiret denir. Zira bunlar idrak edici güçleri takviye eder, basiret ve tabassura sebep olur. Bu manaya göre basiret, evvelki mânâlara da şâmil olur. Çünkü basiretin kendisi, en büyük hüccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medâr-ı ibadettir. Ve onsuz hiç bir şey idrak olunamaz.
Ger açık ise basiretin bak
Gör sen de Hakka gitme ırak.
Nesimî
BAST: Arapça, tutukluk (kabz) halinin zıddı olan zihnî açıklık, kalbî rica, niyaz, yalvarma hali. Bast, hal olarak, kabul, lütuf, rahmet ve ünse işarettir. Recâ'nın zıddı havf olduğu gibi, bunun zıddı da, kabz'dır. Sûfî bast halinde her şeyi kuşatır ve herşeyde tesir ederken, hiçbir şey ona tesir edemez. Sufi önce, kabz'a, sonra bast'a maruz kalır. İleri makamlarda sûfîde kabz ve bast kalmaz, zira bu ikisi mevcudda (kendisinde varlık bulunanda) oluşur. Nefsinden fânî olmuş, Hakk'ın sıfatlarında süreklilik kazanmış kişilerde, kabz ve bast olayı vuku bulmaz, ibn Arabi bast'ı, sufînin eşyayı kuşattığı, eşyanın sufîyi kuşatamadığı bir hal olarak görür. Bu durumda olan sûfîye Allah, mahlûkla beraber iken bir genişlik (bast) verirken, içten kendisine ulaşmaya, yönelmeye bir kabz (tutukluk) ihsan eder. Bu durum mahlûkât için bir rahmettir.
BAST Fİ MAKAMİ'L-HAFİ: Arapça. Hafî makamında genişlik. Allah'ın sufîyi mahlukla zahiren basta, bâtınen kabz'a maruz bırakmasıdır. Bu mahlûkât için rahmete vesile olur. Sufi bu durumda eşyayı kaplar. Onun her şeyde tesiri olur, hiçbir şeyin onda tesiri olmaz.
BAST Fİ MAKÂMİ'L-KALB: Arapça. Kalp makamında genişlik. Bunun benzeri nefs makamındaki reca halidir. Lütuf, rahmet ve kurb ile ünsü kabule işarettir. Bunun zıddı kabz'dır.
BAş AÇMAK: Tasavvuf kültüründe, bir işin tahakkuku arzu edilirse, Allah'a yalvarırken zillet, fakr ve mahv alâmeti olarak baştaki tacı çıkarma şeklinde bir gelenek vardır. Sultan Veled'in yağmur duası için türbeye başı açık girip dua etmesi, Ulu Arif Çelebi'nin bazı zaman başını açıp dualar yapması, Menâkıbu'l-Arifîn'de bu konuda örnek olarak gösterilir. Kaynaklardan eskiden suç işleyen kişinin, kendisini affettirecek durumda olana, kefen giyip, yalın ayak, başı açık gittiğini öğrenmekteyiz. Bu konudaki espri, bir şey isterken kabulü için mütekebbir olmadan, boyun bükük ve zelîl bir halde bulunmakdır. Allah mütekebbirleri sevmez.
BALIM EVİ : Bektaşî tabiri. Hacı Bektaş Veli Tekkesi'ndeki evlerden birinin ismidir. Burası ayrı bir tekke halindeydi. Balım Evi babasının yanında, ayrıca babalar da vardı. Bunlar ayrı ayrı nasip vermezlerdi. Ancak, dışarı çıkarlarsa nasip verirlerdi. Tekke içinde hepsi dedebaba'ya bağlıydı. Bunlar mücerred (bekar) olurlardı. Balım Evi'nin son babası, "Japon Hasan Baba" idi.
BALIM TAşI : Kırşehir dolaylarında çıkan ve kendisinden oyularak vazo, masa, sürahi vs. gibi eşyalar yapılan balgamî tür taşa, Alevîler ve Bektaşîler "Balım Taşı" derler. Onlara göre bu taş, Balım Sultan'ın kerâmetiyle çıkmıştır. Teslim Taşı, Palheng gibi tarikat enstrümanlarının bir kısmını bu taştan imal ederler. Aynı zamanda, meydanda taht'ın önünde de bu taş bulunur ve babaya niyazdan sonra oraya da niyaz edilirdi.
BALİÐ: Arapça. Bulûğa ulaşan, eren demektir. Bulûğda olgunluk sadece yaşça olur. Ancak olgunlukta buluğ, kulda ancak şu dört husus olgunluğa erdiği zaman teşekkül eder : 1. Sözler, 2. Fiiller, 3. Me'ârif, 4. Güzel ahlâk. Bunun Farsça çoğulu "bâliğân" dır.
BÂLİş ZEDEN: Farsça iki kelimeden teşekkül etmiş bir ifâde. Yastık dövme anlamında. Yastığa çubukla vurup tempo tutmak ve semâ etmek.
BÂM: Farisî dilinde bam, çatı anlamına gelir. Tecellinin ortaya çıktığı yere bâm denir.
BANA BİR ADIM GELENE, BEN İKİ ADIM GELİRİM : Bu atasözü bir hadîs-i kudsînin mealidir. Allah şöyle buyurur : "Kul Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım, Bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim. (Cami, c. II, s. 69) Halk, bunu genel manada kullanmış iken, sûfiler, Allah'a yaklaşma hususunda ele almışlardır.
BANG-İ CERES: Farsça-Arapça iki kelimeden oluşan bu tâbir, zil sesi anlamına gelir. Kısa, kapalı fakat kahr özelliğine sahip İlâhî hitap.
BARAN: Farsça, yağmur. Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti.
BÂR-I EMÂNET: Farsça-Arapça'dan oluşan bu ifade, emânet yükü anlamınadır. "Elestü birabbiküm" (A'raf/173) hitabının yapıldığı ruhlar alemindeki toplantıda, Allah'a verilen söz ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorumluluk. Dağlar ve göklerin yüklenmekten kaçındığı bu emaneti, zalûm ve cehûl olan insan yüklenmiştir. Yani bu emanet, taşınması, yer ve göklerin bile tahammül edemiyeceği kadar ağır bir sorumluluğu ihtiva etmektedir (Bkz. Ahzab/72).
BÂRGÂH: Farsça, sultan sarayı, izinle girilen yüce makam gibi anlamları olan bir tâbir. Allah'ın yüce huzuru. Bârgâh-ı İlâhî, bârgâh-ı İzzet, bârgâh-ı Celâl vs. gibi ifadeler, hep Allah'ın çeşitli açılardan yüce huzurunu belirtirler.
BARİKA: Arapça, şimşek çakması veya şimşek gibi çakan anlamındadır. Cenab-ı Akdes'den gelir, bir anda parlar söner. Bu hal, keşfin açılmasının başlangıcı sayılır.
BASAR: Arapça, görmeyi ifâde eder. Hakk'ın basarı kendi malumatının şühudu itibariyle, kendi zatından ibarettir. Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah'ın ayn'ı, ilminin gayesinin sonsuzluğu itibariyle Zâtından ibarettir. Çünkü O, Zâtıyla görülür. O'nun Zâtında sayı bakımından çokluk (adetlenme) yoktur. O'nun ilminin mahalli, aynı zamanda basarının da mahallidir. İlim ve basar iki sıfattır. Bu ikisi hakikatte birdir. Ancak, basarından murad, sadece kendi ilminin şehadet alemindeki tecellisinden; ve ilminden murad kendine ait nazarla, aynî ilimdeki idrâkten başka bir şey değildir. O, Zâtını Zâtıyla görür. Mahlûkâtını da Zâtı ile görür. Zâtı için rü'yeti, mahlûkâtı için olan rü'yetinin ayn'ıdır. Zira, basar, bir vasıftır. Fark ancak görülendedir. O, eşyayı devamlı görmektedir. O, bir şeye ancak dilediği zaman bakar. Eşya, O'na, kesinlikle perdeli değildir. Lakin O'nun nazarı, bir şeye ancak dilediği zaman ilişir. Hz. Peygamberin (s) "Allah'ın her gün kalbe şöyle bir nazarı vardır" sözü bu kabildendir. "Allah onlara bakmaz." (Al-i İmran/77) ayeti bu şekilde değildir. Zira bu âyetteki nazar, Allah'ın rahmet etmesi manasınadır.
BASİRET: Arapça. İdrak, firâset, kalb gözü ile görüş demektir. Tasavvufta, kudsiyyet nuru ile nurlanmış kalbin kuvveti olan basiret, Hakk'ın doğruya erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyanın hakikatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyanın zahirini ve dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nuruna basar denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan ve lisanımızda kalb gözü de denilen idrak edici kuvvete, özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zahir ve bâtına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basiret denir. Bu da ilâhî bir nurdur. Aynı şekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek denilen tam ve kamil idrâke basar denildiği gibi, kalp gözü ile hâsıl olan tam ve kâmil idrâke, ma'rifet-i mütehakkıka ve yakîniyye de basiret denir. Bundan başka beyyineye, hüccet ve burhana, şahideve dikkat ve iman ile ibret alınacak hidâyet sebeplerine de basiret denir. Zira bunlar idrak edici güçleri takviye eder, basiret ve tabassura sebep olur. Bu manaya göre basiret, evvelki mânâlara da şâmil olur. Çünkü basiretin kendisi, en büyük hüccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medâr-ı ibadettir. Ve onsuz hiç bir şey idrak olunamaz.
Ger açık ise basiretin bak
Gör sen de Hakka gitme ırak.
Nesimî
BAST: Arapça, tutukluk (kabz) halinin zıddı olan zihnî açıklık, kalbî rica, niyaz, yalvarma hali. Bast, hal olarak, kabul, lütuf, rahmet ve ünse işarettir. Recâ'nın zıddı havf olduğu gibi, bunun zıddı da, kabz'dır. Sûfî bast halinde her şeyi kuşatır ve herşeyde tesir ederken, hiçbir şey ona tesir edemez. Sufi önce, kabz'a, sonra bast'a maruz kalır. İleri makamlarda sûfîde kabz ve bast kalmaz, zira bu ikisi mevcudda (kendisinde varlık bulunanda) oluşur. Nefsinden fânî olmuş, Hakk'ın sıfatlarında süreklilik kazanmış kişilerde, kabz ve bast olayı vuku bulmaz, ibn Arabi bast'ı, sufînin eşyayı kuşattığı, eşyanın sufîyi kuşatamadığı bir hal olarak görür. Bu durumda olan sûfîye Allah, mahlûkla beraber iken bir genişlik (bast) verirken, içten kendisine ulaşmaya, yönelmeye bir kabz (tutukluk) ihsan eder. Bu durum mahlûkât için bir rahmettir.
BAST Fİ MAKAMİ'L-HAFİ: Arapça. Hafî makamında genişlik. Allah'ın sufîyi mahlukla zahiren basta, bâtınen kabz'a maruz bırakmasıdır. Bu mahlûkât için rahmete vesile olur. Sufi bu durumda eşyayı kaplar. Onun her şeyde tesiri olur, hiçbir şeyin onda tesiri olmaz.
BAST Fİ MAKÂMİ'L-KALB: Arapça. Kalp makamında genişlik. Bunun benzeri nefs makamındaki reca halidir. Lütuf, rahmet ve kurb ile ünsü kabule işarettir. Bunun zıddı kabz'dır.
BAş AÇMAK: Tasavvuf kültüründe, bir işin tahakkuku arzu edilirse, Allah'a yalvarırken zillet, fakr ve mahv alâmeti olarak baştaki tacı çıkarma şeklinde bir gelenek vardır. Sultan Veled'in yağmur duası için türbeye başı açık girip dua etmesi, Ulu Arif Çelebi'nin bazı zaman başını açıp dualar yapması, Menâkıbu'l-Arifîn'de bu konuda örnek olarak gösterilir. Kaynaklardan eskiden suç işleyen kişinin, kendisini affettirecek durumda olana, kefen giyip, yalın ayak, başı açık gittiğini öğrenmekteyiz. Bu konudaki espri, bir şey isterken kabulü için mütekebbir olmadan, boyun bükük ve zelîl bir halde bulunmakdır. Allah mütekebbirleri sevmez.