- Katılım
- 19 Mart 2019
- Mesajlar
- 8,750
- Tepkime puanı
- 45
- Konum
- Diyarbakır
- Cinsiyet
-
- Bay
- Takım
- Galatasaray
Nur
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bu iradesini yerleştirmek için de ruhlar âlemini ve cisimler âlemini, dilediği şekil ve nizam üzere halk etti.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım." (K. Hafâ)
İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve aramaz.
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyruluyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Önce yaratanı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah'a ibadet, suretten, şekilden ibaret olur.
Allah-u Teâlâ'nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı.
"O Evvel'dir." buyruluyor. (Hadid: 3)
O öyle Evvel ki, Zât-ı Ecell-ü A'lâ'sından başka hiçbir mevcut yok iken O vardı. Bütün varlıklar O'nun buyurduğu bir tek kelime ile meydana çıkmışlar, "Ol!" emriyle oluvermişlerdir.
Hadis-i şerif'te buyrulduğu üzere:
"Allah var idi ve Allah'tan başka bir şey mevcut değildi." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1317)
Zaman ve mekânı yaratmadan önce O var idi. Onları yaratmadan önce nasıl idiyse, yarattıktan sonra da aynıdır.
Kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi.
Resulullah (S.A.V.) Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur." (K.Hafâ. 1, 309, 311)
Cemâl nurundan ilk evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra o nurdan âlemleri yarattı, bütün mükevvenâtı da o nur ile donattı.
Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir (R.A.) Hazretleri: "Yâ Rasulallah! Allah-u Teâlâ en evvela neyi yarattı?" diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
"Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah'ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem'i, ikincisinden Levh-i mahfuz'u, üçüncüsünden Arş-ı rahman'ı halk etti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü.
Birinci parçasından Arş'ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsü'yü, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü.
Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü.
Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki nuru yarattı. Bu da 'Lâ ilâhe illallah Muhammed'ür-resulullah' tevhid nurudur." (El-Mevâhib'ül-Ledüniyye)
Hadis-i şerif'te son kalan parçanın dörde bölündüğü haber verilmekte ve fakat dördüncüsünden bahsedilmemektedir.
Bu nur kıyamete kadar devam edecek olan nurdur. Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren gelen bütün peygamberler hep Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru ile geldiler. Bu nur her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nur, sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur nura kavuştu.
Daha sonra o nur vekillerine sirayet etmeye başladı ve bu nur kıyamete kadar devam edecektir.
Elest Bezmi
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." buyuruyor. (Mâide: 15)
"Nur" Muhammed Aleyhisselâm'dır. Zira ancak onun vasıtası ile hidayete erişilir.
"Kitap" ise Kur'an-ı kerim'dir. O bir hidayet rehberidir.
Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikati nasıl bulurdu?
Ruhlar âleminde "Elest bezmi"nde ilk defa ahid ve misakı alınan ve:
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'raf: 172)
hitap-ı izzet'ine ilk cevap veren odur. Peygamberliği her ne kadar diğer peygamberlerden sonra ise de hakikatte onlardan öncedir. "Âlem-i şehadet"te son peygamber, "Âlem-i misal"de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif'lerinde bu hakikati beyan buyurmuşlardır:
"Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ'nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık odur. Resulullah Aleyhisselâm'ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak halk edildiği beyan ediliyor.
"Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim." (Hâkim)
Böylece, en son gönderilen o olduğu halde, bütün peygamberlerin önüne geçmiş oldu.
Nitekim Âyet-i kerime'de buyrulduğu üzere Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
"Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh'tan da, İbrahim'den de, Musa'dan da, Meryem oğlu İsa'dan da." (Ahzâb: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah (S.A.V.) Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyor:
"Ben Âdem yaratılmazdan 14.000 sene önce, Azîz ve Celîl olan Rabbimin yanında bir nur olarak mevcut idim." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve şerhi. C.12, sh: 404)
Enbiyâ-i İzam
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği peygamber kulları da derece derecedir. Sayıları 124.000'i bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî'nin birer tecellileridirler. Aslında aralarında fark yoktur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız." (Bakara: 285)
Ancak derecelerinin yüksekliğinde Allah-u Teâlâ'ya yakınlık cihetinden birbirlerinden ayrı yanları vardır.
"Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık." (İsrâ: 55)
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyruluyor:
"Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir." (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler. Resul-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz ulül-azm peygamberlerin en üstünüdür.
Ağır Bir Misak
Her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm'ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ onu o kadar sevmiş, seçmiş ki gönderdiği peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm'dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdet asrına erişirlerse mutlaka ona iman edip yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm'ın geleceğini ümmetlerine müjdelediler ve âhir zaman Peygamber'inin zaman-ı saâdetine erişirlerse hemen iman edip dinine yardım edeceklerine dair onlardan söz aldılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı." (Âl-i İmran: 81)
Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı sübhânisi ile peygamberleri arasındaki bu ahdi kuvvetli bir misak olarak kaydetmiş, bu kesin sözü yeminle pekiştirmiştir.
"Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek." (Âl-i İmran: 81)
O zât-ı âlî, peygamberler zincirinin son halkasını teşkil edecek olan peygamber Muhammed Aleyhisselâm'dır.
"Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız." (Âl-i İmran: 81)
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken, hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştı. Hepsi de kendilerini tasdik eden Muhammed Aleyhisselâm'a iman ve yardım için Allah-u Teâlâ'ya söz vermişlerdi.
"'Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti." (Âl-i İmran: 81)
Peygamberlerden misak alındığının belirtilmesi, onlara tâbi olan ümmetlerinden de alındığını gösterir.
"Onlar da: 'Kabul ettik.' demişlerdi." (Âl-i İmran: 81)
O Azîz peygamber'e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî'yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
"Allah da: 'O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.' buyurmuştu." (Âl-i İmran: 81)
Âl-i İmran sûre-i şerif'inin 82. Âyet-i kerime'sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin fâsık kimseler olacağı bildirilmektedir:
"Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Âl-i İmran: 82)
İlâhî medh-ü Senâ
Hazret-i Ömer'den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Siz beni Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı aşırı derecede methettikleri gibi, aşırı övmeyin. Ben ancak Allah'ın kuluyum. Benim hakkımda 'Allah'ın kulu ve elçisidir.' deyiniz." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1405)
Çünkü onun methedilmeye ihtiyacı yoktur. Onu övmek insana âit değildir. Onu yaratan, onu âlemlerin nuru yapan Allah-u Teâlâ; onu medh-ü senâ etmiş, fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'e çok salât ve senâ ederler." (Ahzâb: 56)
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem (S.A.V.)ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah-u Teâlâ'ya duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem (S.A.V.)ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ediyorlar, tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber'lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
"Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm'ın şefaat-ı uzmâsına nâil olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem (S.A.V.)ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arz etmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfatlara nâil olmuş oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bu iradesini yerleştirmek için de ruhlar âlemini ve cisimler âlemini, dilediği şekil ve nizam üzere halk etti.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım." (K. Hafâ)
İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve aramaz.
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyruluyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Önce yaratanı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah'a ibadet, suretten, şekilden ibaret olur.
Allah-u Teâlâ'nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı.
"O Evvel'dir." buyruluyor. (Hadid: 3)
O öyle Evvel ki, Zât-ı Ecell-ü A'lâ'sından başka hiçbir mevcut yok iken O vardı. Bütün varlıklar O'nun buyurduğu bir tek kelime ile meydana çıkmışlar, "Ol!" emriyle oluvermişlerdir.
Hadis-i şerif'te buyrulduğu üzere:
"Allah var idi ve Allah'tan başka bir şey mevcut değildi." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1317)
Zaman ve mekânı yaratmadan önce O var idi. Onları yaratmadan önce nasıl idiyse, yarattıktan sonra da aynıdır.
Kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi.
Resulullah (S.A.V.) Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur." (K.Hafâ. 1, 309, 311)
Cemâl nurundan ilk evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra o nurdan âlemleri yarattı, bütün mükevvenâtı da o nur ile donattı.
Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir (R.A.) Hazretleri: "Yâ Rasulallah! Allah-u Teâlâ en evvela neyi yarattı?" diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
"Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah'ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem'i, ikincisinden Levh-i mahfuz'u, üçüncüsünden Arş-ı rahman'ı halk etti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü.
Birinci parçasından Arş'ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsü'yü, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü.
Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü.
Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki nuru yarattı. Bu da 'Lâ ilâhe illallah Muhammed'ür-resulullah' tevhid nurudur." (El-Mevâhib'ül-Ledüniyye)
Hadis-i şerif'te son kalan parçanın dörde bölündüğü haber verilmekte ve fakat dördüncüsünden bahsedilmemektedir.
Bu nur kıyamete kadar devam edecek olan nurdur. Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren gelen bütün peygamberler hep Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru ile geldiler. Bu nur her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nur, sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur nura kavuştu.
Daha sonra o nur vekillerine sirayet etmeye başladı ve bu nur kıyamete kadar devam edecektir.
Elest Bezmi
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." buyuruyor. (Mâide: 15)
"Nur" Muhammed Aleyhisselâm'dır. Zira ancak onun vasıtası ile hidayete erişilir.
"Kitap" ise Kur'an-ı kerim'dir. O bir hidayet rehberidir.
Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikati nasıl bulurdu?
Ruhlar âleminde "Elest bezmi"nde ilk defa ahid ve misakı alınan ve:
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'raf: 172)
hitap-ı izzet'ine ilk cevap veren odur. Peygamberliği her ne kadar diğer peygamberlerden sonra ise de hakikatte onlardan öncedir. "Âlem-i şehadet"te son peygamber, "Âlem-i misal"de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif'lerinde bu hakikati beyan buyurmuşlardır:
"Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ'nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık odur. Resulullah Aleyhisselâm'ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak halk edildiği beyan ediliyor.
"Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim." (Hâkim)
Böylece, en son gönderilen o olduğu halde, bütün peygamberlerin önüne geçmiş oldu.
Nitekim Âyet-i kerime'de buyrulduğu üzere Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
"Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh'tan da, İbrahim'den de, Musa'dan da, Meryem oğlu İsa'dan da." (Ahzâb: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah (S.A.V.) Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyor:
"Ben Âdem yaratılmazdan 14.000 sene önce, Azîz ve Celîl olan Rabbimin yanında bir nur olarak mevcut idim." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve şerhi. C.12, sh: 404)
Enbiyâ-i İzam
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği peygamber kulları da derece derecedir. Sayıları 124.000'i bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî'nin birer tecellileridirler. Aslında aralarında fark yoktur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız." (Bakara: 285)
Ancak derecelerinin yüksekliğinde Allah-u Teâlâ'ya yakınlık cihetinden birbirlerinden ayrı yanları vardır.
"Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık." (İsrâ: 55)
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyruluyor:
"Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir." (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler. Resul-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz ulül-azm peygamberlerin en üstünüdür.
Ağır Bir Misak
Her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm'ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ onu o kadar sevmiş, seçmiş ki gönderdiği peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm'dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdet asrına erişirlerse mutlaka ona iman edip yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm'ın geleceğini ümmetlerine müjdelediler ve âhir zaman Peygamber'inin zaman-ı saâdetine erişirlerse hemen iman edip dinine yardım edeceklerine dair onlardan söz aldılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı." (Âl-i İmran: 81)
Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı sübhânisi ile peygamberleri arasındaki bu ahdi kuvvetli bir misak olarak kaydetmiş, bu kesin sözü yeminle pekiştirmiştir.
"Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek." (Âl-i İmran: 81)
O zât-ı âlî, peygamberler zincirinin son halkasını teşkil edecek olan peygamber Muhammed Aleyhisselâm'dır.
"Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız." (Âl-i İmran: 81)
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken, hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştı. Hepsi de kendilerini tasdik eden Muhammed Aleyhisselâm'a iman ve yardım için Allah-u Teâlâ'ya söz vermişlerdi.
"'Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti." (Âl-i İmran: 81)
Peygamberlerden misak alındığının belirtilmesi, onlara tâbi olan ümmetlerinden de alındığını gösterir.
"Onlar da: 'Kabul ettik.' demişlerdi." (Âl-i İmran: 81)
O Azîz peygamber'e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî'yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
"Allah da: 'O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.' buyurmuştu." (Âl-i İmran: 81)
Âl-i İmran sûre-i şerif'inin 82. Âyet-i kerime'sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin fâsık kimseler olacağı bildirilmektedir:
"Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Âl-i İmran: 82)
İlâhî medh-ü Senâ
Hazret-i Ömer'den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Siz beni Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı aşırı derecede methettikleri gibi, aşırı övmeyin. Ben ancak Allah'ın kuluyum. Benim hakkımda 'Allah'ın kulu ve elçisidir.' deyiniz." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1405)
Çünkü onun methedilmeye ihtiyacı yoktur. Onu övmek insana âit değildir. Onu yaratan, onu âlemlerin nuru yapan Allah-u Teâlâ; onu medh-ü senâ etmiş, fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'e çok salât ve senâ ederler." (Ahzâb: 56)
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem (S.A.V.)ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah-u Teâlâ'ya duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem (S.A.V.)ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ediyorlar, tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber'lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
"Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm'ın şefaat-ı uzmâsına nâil olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem (S.A.V.)ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arz etmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfatlara nâil olmuş oluyorlar.