Tasavvufi TerimLer

Lima

Harbi Üye
Bayan Üye
Forum Üyesi
Katılım
17 Mart 2019
Mesajlar
7,430
Tepkime puanı
9
Cinsiyet
  1. Bayan
BAL: Farsça kol, kanat demektir. Kalbin ilim ve irfanla parlatılması ve aydınlatılması.

BALIM EVİ : Bektaşî tabiri. Hacı Bektaş Veli Tekkesi'ndeki evlerden birinin ismidir. Burası ayrı bir tekke halindeydi. Balım Evi babasının yanında, ayrıca babalar da vardı. Bunlar ayrı ayrı nasip vermezlerdi. Ancak, dışarı çıkarlarsa nasip verirlerdi. Tekke içinde hepsi dedebaba'ya bağlıydı. Bunlar mücerred (bekar) olurlardı. Balım Evi'nin son babası, "Japon Hasan Baba" idi.

BALIM TAşI : Kırşehir dolaylarında çıkan ve kendisinden oyularak vazo, masa, sürahi vs. gibi eşyalar yapılan balgamî tür taşa, Alevîler ve Bektaşîler "Balım Taşı" derler. Onlara göre bu taş, Balım Sultan'ın kerâmetiyle çıkmıştır. Teslim Taşı, Palheng gibi tarikat enstrümanlarının bir kısmını bu taştan imal ederler. Aynı zamanda, meydanda taht'ın önünde de bu taş bulunur ve babaya niyazdan sonra oraya da niyaz edilirdi.

BALİÐ: Arapça. Bulûğa ulaşan, eren demektir. Bulûğda olgunluk sadece yaşça olur. Ancak olgunlukta buluğ, kulda ancak şu dört husus olgunluğa erdiği zaman teşekkül eder : 1. Sözler, 2. Fiiller, 3. Me'ârif, 4. Güzel ahlâk. Bunun Farsça çoğulu "bâliğân" dır.

BÂLİş ZEDEN: Farsça iki kelimeden teşekkül etmiş bir ifâde. Yastık dövme anlamında. Yastığa çubukla vurup tempo tutmak ve semâ etmek.

BÂM: Farisî dilinde bam, çatı anlamına gelir. Tecellinin ortaya çıktığı yere bâm denir.

BANA BİR ADIM GELENE, BEN İKİ ADIM GELİRİM : Bu atasözü bir hadîs-i kudsînin mealidir. Allah şöyle buyurur : "Kul Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım, Bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim. (Cami, c. II, s. 69) Halk, bunu genel manada kullanmış iken, sûfiler, Allah'a yaklaşma hususunda ele almışlardır.

BANG-İ CERES: Farsça-Arapça iki kelimeden oluşan bu tâbir, zil sesi anlamına gelir. Kısa, kapalı fakat kahr özelliğine sahip İlâhî hitap.

BARAN: Farsça, yağmur. Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti.

BÂR-I EMÂNET: Farsça-Arapça'dan oluşan bu ifade, emânet yükü anlamınadır. "Elestü birabbiküm" (A'raf/173) hitabının yapıldığı ruhlar alemindeki toplantıda, Allah'a verilen söz ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorumluluk. Dağlar ve göklerin yüklenmekten kaçındığı bu emaneti, zalûm ve cehûl olan insan yüklenmiştir. Yani bu emanet, taşınması, yer ve göklerin bile tahammül edemiyeceği kadar ağır bir sorumluluğu ihtiva etmektedir (Bkz. Ahzab/72).

BÂRGÂH: Farsça, sultan sarayı, izinle girilen yüce makam gibi anlamları olan bir tâbir. Allah'ın yüce huzuru. Bârgâh-ı İlâhî, bârgâh-ı İzzet, bârgâh-ı Celâl vs. gibi ifadeler, hep Allah'ın çeşitli açılardan yüce huzurunu belirtirler.

BARİKA: Arapça, şimşek çakması veya şimşek gibi çakan anlamındadır. Cenab-ı Akdes'den gelir, bir anda parlar söner. Bu hal, keşfin açılmasının başlangıcı sayılır.

BASAR: Arapça, görmeyi ifâde eder. Hakk'ın basarı kendi malumatının şühudu itibariyle, kendi zatından ibarettir. Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah'ın ayn'ı, ilminin gayesinin sonsuzluğu itibariyle Zâtından ibarettir. Çünkü O, Zâtıyla görülür. O'nun Zâtında sayı bakımından çokluk (adetlenme) yoktur. O'nun ilminin mahalli, aynı zamanda basarının da mahallidir. İlim ve basar iki sıfattır. Bu ikisi hakikatte birdir. Ancak, basarından murad, sadece kendi ilminin şehadet alemindeki tecellisinden; ve ilminden murad kendine ait nazarla, aynî ilimdeki idrâkten başka bir şey değildir. O, Zâtını Zâtıyla görür. Mahlûkâtını da Zâtı ile görür. Zâtı için rü'yeti, mahlûkâtı için olan rü'yetinin ayn'ıdır. Zira, basar, bir vasıftır. Fark ancak görülendedir. O, eşyayı devamlı görmektedir. O, bir şeye ancak dilediği zaman bakar. Eşya, O'na, kesinlikle perdeli değildir. Lakin O'nun nazarı, bir şeye ancak dilediği zaman ilişir. Hz. Peygamberin (s) "Allah'ın her gün kalbe şöyle bir nazarı vardır" sözü bu kabildendir. "Allah onlara bakmaz." (Al-i İmran/77) ayeti bu şekilde değildir. Zira bu âyetteki nazar, Allah'ın rahmet etmesi manasınadır.

BASİRET: Arapça. İdrak, firâset, kalb gözü ile görüş demektir. Tasavvufta, kudsiyyet nuru ile nurlanmış kalbin kuvveti olan basiret, Hakk'ın doğruya erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyanın hakikatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyanın zahirini ve dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nuruna basar denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan ve lisanımızda kalb gözü de denilen idrak edici kuvvete, özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zahir ve bâtına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basiret denir. Bu da ilâhî bir nurdur. Aynı şekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek denilen tam ve kamil idrâke basar denildiği gibi, kalp gözü ile hâsıl olan tam ve kâmil idrâke, ma'rifet-i mütehakkıka ve yakîniyye de basiret denir. Bundan başka beyyineye, hüccet ve burhana, şahideve dikkat ve iman ile ibret alınacak hidâyet sebeplerine de basiret denir. Zira bunlar idrak edici güçleri takviye eder, basiret ve tabassura sebep olur. Bu manaya göre basiret, evvelki mânâlara da şâmil olur. Çünkü basiretin kendisi, en büyük hüccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medâr-ı ibadettir. Ve onsuz hiç bir şey idrak olunamaz.
Ger açık ise basiretin bak
Gör sen de Hakka gitme ırak.
Nesimî

BAST: Arapça, tutukluk (kabz) halinin zıddı olan zihnî açıklık, kalbî rica, niyaz, yalvarma hali. Bast, hal olarak, kabul, lütuf, rahmet ve ünse işarettir. Recâ'nın zıddı havf olduğu gibi, bunun zıddı da, kabz'dır. Sûfî bast halinde her şeyi kuşatır ve herşeyde tesir ederken, hiçbir şey ona tesir edemez. Sufi önce, kabz'a, sonra bast'a maruz kalır. İleri makamlarda sûfîde kabz ve bast kalmaz, zira bu ikisi mevcudda (kendisinde varlık bulunanda) oluşur. Nefsinden fânî olmuş, Hakk'ın sıfatlarında süreklilik kazanmış kişilerde, kabz ve bast olayı vuku bulmaz, ibn Arabi bast'ı, sufînin eşyayı kuşattığı, eşyanın sufîyi kuşatamadığı bir hal olarak görür. Bu durumda olan sûfîye Allah, mahlûkla beraber iken bir genişlik (bast) verirken, içten kendisine ulaşmaya, yönelmeye bir kabz (tutukluk) ihsan eder. Bu durum mahlûkât için bir rahmettir.

BAST Fİ MAKAMİ'L-HAFİ: Arapça. Hafî makamında genişlik. Allah'ın sufîyi mahlukla zahiren basta, bâtınen kabz'a maruz bırakmasıdır. Bu mahlûkât için rahmete vesile olur. Sufi bu durumda eşyayı kaplar. Onun her şeyde tesiri olur, hiçbir şeyin onda tesiri olmaz.

BAST Fİ MAKÂMİ'L-KALB: Arapça. Kalp makamında genişlik. Bunun benzeri nefs makamındaki reca halidir. Lütuf, rahmet ve kurb ile ünsü kabule işarettir. Bunun zıddı kabz'dır.

BAş AÇMAK: Tasavvuf kültüründe, bir işin tahakkuku arzu edilirse, Allah'a yalvarırken zillet, fakr ve mahv alâmeti olarak baştaki tacı çıkarma şeklinde bir gelenek vardır. Sultan Veled'in yağmur duası için türbeye başı açık girip dua etmesi, Ulu Arif Çelebi'nin bazı zaman başını açıp dualar yapması, Menâkıbu'l-Arifîn'de bu konuda örnek olarak gösterilir. Kaynaklardan eskiden suç işleyen kişinin, kendisini affettirecek durumda olana, kefen giyip, yalın ayak, başı açık gittiğini öğrenmekteyiz. Bu konudaki espri, bir şey isterken kabulü için mütekebbir olmadan, boyun bükük ve zelîl bir halde bulunmakdır. Allah mütekebbirleri sevmez.
 

Lima

Harbi Üye
Bayan Üye
Forum Üyesi
Katılım
17 Mart 2019
Mesajlar
7,430
Tepkime puanı
9
Cinsiyet
  1. Bayan
BÂ şER'-BÎ şER': Farsça ve Arapça'dan müteşekkil bu tabirler, şeriatlı ve şeriatsız anlamlarına gelirler. İslam'a sıkı sarılan tasavvuf sistemleri, genel olarak Hak tarikat adını alırken, İslamdan uzak olanlara da rafızî, heretik, bâtıl tarikatlar denir.İlkine bâ şer', ikincisine bî şer' denir.

BAş GÖZÜ-GÖNÜL GÖZÜ: Bu ifadedeki baş gözü ile kasetedilen, insanda fizikî ve biyolojik olarak bulunan, bildiğimiz gözdür. Ancak bu göz, sadece eşyanın şeklini görmeyi sağlar, görülen şey üzerinde, anlama, yorumlama, istidlal yapma vs. gibi değerlendirmelerde bulunamaz. Buna kalb gözü, can gözü de denir. "Bu sözü can kulağıyla dinle", "sen ona can gözüyle bak da gör" gibi sözlerde kastedilen budur. Baş gözü diye bir tâbir bulunmasına rağmen, baş kulağı şeklinde bir deyim görülmemektedir.
Yunus, imdi sen Hakk'a er,
Dün ü gün gönlün Hakk' a ver
Gönül gözü görmeyince
Hiç baş gözü görmeyiser.
Yunus Emre

BAş KESMEK : Ahîler, Mevleviler ve Bektâşîlerde, sağ ayağın baş parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koymak, eller düz ve parmaklar açık olarak sağ kol, sol kolun üstüne gelecek şekilde, elleri omuz başlarına çaprazvarî götürmek, sonra da belini
bükmemek şartıyla başını öne doğru göğse eğmek, böylece sonra da belini bükmemek. Başkesme olayının kısa tarifi budur. Baş kesme; şeyhin, tarikat büyüklerinden birinin huzurunda, bir velînin türbesinde yapılır. Türk kültür çevresinin saygı anlayışı sınırları içinde oluşmuş bir tarikat edebidir. Bu saygının takva ile yakından irtibatı vardır. "Kim Allah'ın şeâirine ta'zim ederse, bu, kalbin takvâsmdadır." (Hac/32), "Safa ve Merve, tazimi gerektiren şe'âirdendir". (Bakara/158). Bu ta'zim şirk değildir, tıpkı meleklerin bir insana (Hz. Adem ) secde etmesi gibi. Kendilerini Bektaşî saydıkları için Yeniçerilerin selamları da bu şekilde idi.

BAş KOYMAK : Bir şeyin olması, yahut olmaması için canını, başını verircesine kendini ortaya koyup çalışmak anlamına gelir. şâhîn'in,
Evvel eşiğine koydum başımı İçeri aldılar, döktüm yaşımı Erenler yolunda gör savaşımı Koç kurban dediler, inana geldim. Dörtlüğünde olduğu gibi maddî anlamda "eşiğe baş koymak" tarzında söylemekle birlikte "ben bu yola baş koydum" tarzında manevî anlamda da söylenir. Eşiğe baş koymak, teslimiyet manasınadır. Nakşbendîlik tarihi içinde, şeyhine bağlılığını göstermek üzere, bütün bir gece kar altında, onun kapısının eşiğine başını koymak, tasavvufî bağlılık ve sadâkat misali olarak gösterilir.

BAş OKUTMAK : Eskiden, ocak denilen, ve çeşitli hastalıklara okuma yolu ile biiznillah şifâ sağlama, halk arasında yaygın bir uygulama idi. işte bunlardan biri de, yarım baş ağrısı, tam baş ağrısı gibi, geçmek bilmeyen rahatsızlıklar için hastanın başına çeşitli Kur'an-ı Kerim âyetleri okuyup üflemek şeklinde uygulanırdı ki buna, baş okutmak denir.
Bir de, Bektaşî kültüründe baş okutmak vardı ki, o da şu şekilde idi: Bektaşîler hicrî aylardan Safer çıktıktan sonra, bir cuma gecesi şeyhinin ve ihvanının huzurunda onlardan hoşnutluk, rızalık talebinde bulunur. Meydanın ortasında, "dar" denen yere gelir, başındaki tacı, yahut arakıyye denilen başlığı çıkararak, sağ elinde tutar ve niyaz durumunda, yani başkeserek şu ifadeleri (tercemân) okur: "Allah, Allah, Muhammed (s) Ali divanında erenler meydanında, pîr huzurunda, elim erde, yüzüm yerde, özüm darda, erenlerin dâr-ı Mansur'unda, canım kurban, tenim tercemen, bu fakirin elinden, dilinden ağrınmış incinmiş can karındaşı varsa dile gelsin, bile gelsin, hakkını Hakk'ından dilesin, Hak'tan gelen hakkıma razıyım. Allah eyv".
Baba, salavât verip ihvandan râzılık diler, onlar da oturdukları yere niyaz ederler. Yani eğilip, yeri öperler, ki bu, razı olduklarını bildirmektedir. Bunun üzerine o can (yani derviş), babaya gidip niyaz ederek arakıyyesini (başlığını) yahut tacını verir. Baba'da onu tekbirler, böylece o can (derviş), bey'atini yenilemiş olur. Bu törene "baş okutmak" denir. Alevilerde bu törene "görgü sorgu" derler. Dede, kış mevsiminde müritlerinin oturduğu köylere gider. Cuma geceleri toplantı yapılan evlerde, her mürit yukarıdaki şekilde râzılık diler. Böylece bey'atini yeniler. Eğer tarikat edebine aykırı bir iş yapmış, yahut bir kusur işlemiş ise, ona karşılık, kendisi için takdir edilen cezayı kabullenip çeker.

BAş YARILIR BÖRK İÇİNDE, KOL KIRILIR KÜRK İÇİNDE : Börk Türkçe bir kelimedir. Başa giyilen, kenarı pamuk yahut yün tüylü külah demektir. Aynı inancı taşıyan, aynı yolun yolcusu olanlar arasında, dışarıda duyulmaması gereken bir olay vuku bulursa, bunun gizli tutulması gerektiğini belirtmek üzere, "baş yarılır börk içinde, kol kırılır kürk (veya yen) içinde" denilir. Bu ifade "Baş yarılır fes içinde" diye değişime uğramıştır.

BÂTIL: Arapça, hakikat olmayan şey mânâsına gelir. Yani esassız, boş şey demektir. Tasavvuf ıstılahında Hak'dan gayrı, adem olan mâsivâ demektir. Sûfîler bâtılı inkâr etmezler. Yani batıl vakıa olarak daima vardır ve olagelmiştir, şeklinde kabul etmişlerdir. Bu sebeple yok sayılmaz, varlığı olan fakat değerlendirmeye tabi tutulduğunda olumsuz görülen bir şeydir. Sufilerden bazıları Allah'ın Hadi (hidayete erdiren), bazıları da Mudili (sapıttıran) isminin mazharı olurlar. "Eşya zıddıyla bilinir, ortaya çıkar" kuralınca, batıl, Hakk'ı bilmeye vesile olarak kabul edilir. Ebû Medyen Mağribî : "Bâtılı inkar etme, zira o bâtıl, Hakk'ın zuhuratından ba'zısıdır." der. Ve bu sözle Hakk'ın bâtılla daha kolay bilineceğine işaret eder. Hakk'ın gayrisinin, gerçekte vücûdu yoktur. Vücûd, ancak Hakk'a mahsus olmak itibariyle bâtıl hükmünü almıştır. Muhyiddin Arabî, "bâtıl, ademdir" der.
Aks-i mir'ât-ı hakikattir nukuş-ı kâinat Hûb-ı zişti bir görür dide-i hakbînimiz
Eşref Paşa
Yani: "Kâinatın nakışları, şekilleri hakikat aynasının yansımasıdır. Hakk'ı gören gözümüz, bu yüzden güzeli çirkini bir görür".
şair Lebîd de şöyle der: Allah'tan gayrı herşey bâtıldır Ve her nimet, şüphesiz zaildir.

BÂTILA EYVALLAH DEDEM : Tasavvuf! yolda, razı oluş, yani teslim oluş vazgeçilmez, esasî bir şarttır. Bu "eyv" sözüyle ifâde edilir. Ancak bu teslimiyet, miskinlik mânâsında değildir. Buradaki bâtıl kelimesi ile, gerçeğe, islam'a, tasavvuf yoluna aykırı olan, nefisten kaynaklanan şey kastedilir, işte bunlara karşı durmak, tasavvufî yolun esasını teşkil eder. "La tâate li-mahlûkin inde ma'siyeti'l-Hâlık" (Allah'a isyanın söz konusu olduğu yerde, kula itaat olunmaz) (Cami, c. II., s. 192-3) hadisinin bir başka şekilde ifâdesi olan bu söz, Hakk'a teslimiyetin sembolü haline gelmiştir.

BÂTIN: Arapça. İç, öz, gizli gibi anlamları vardır. Dış anlamına gelen zahir kelimesinin zıddıdır. el-Bâtın, Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Alemin tümü Hak'tır. Zuhuru da âlemden ibarettir.
Allah, bu âleme göre zâtı itibariyle el-Bâtın'dır. Kur'an-ın, zahirî ve batınî manasının olduğu hususunda ittifak vardır. Sadece batınını kabul edip, zahirini te'vîl edenlere batınî denir. Aynı şekilde islam'ın namaz, oruç gibi emirlerinin vaz'ında da bir takım hikmetler bulunduğunu kabul eden tasavvuf ehli, şeriatın içyüzünü bilme yolunda oldukları için kendilerini "bâtın ehli" sayarlar. Ancak, şeriatın içyüzü dediğimiz bu hususların, kitap okumakla değil, öz doğruluğu ve Allah'a teslim olma sonucu bilinebilir. Bu bakımdan bu bilgi, gizli bir bilgidir, ve bu bilgiyi bilenler de gizlidir. Bir de Bâtıniyye Mezhebi vardır ki, bunlara göre, Kur'ân hükümlerinin hepsi de, âlemin nizamını sağlamak içindir, olgun kişiler bu düzeni sağladığı içindir ki, bizler cennet ehliyiz, cennetteyiz, ibadet kaydından, bağından kurtulmuşuz, derler. Ancak sünnî tasavvuf okullarının tamamı, bu görüşleri şiddetle reddederler, hatta müslüman saymazlar. Onlara göre, bunlar bâtın ile bâtılı birbirine karıştıran sümüklü tasavvuf erb BÂTIN KILICI, BÂTIN OKU : Manevî olarak edebe getirilme işine ve evliya sillesine bu ad verilir. Zulmeden biri, umulmadık, beklenmedik bir derde maruz kalınca, ansızın gelen bu gibi acı olaylar, "erenlerin bâtın kılıcına uğradı", "bâtın okuna geldi" gibi deyimlerle açıklanır. Yani bu deyim, umulmadık anda, tahmin edilmeyen yerden gelen musibetler için kullanılır.

BÂTINİYYE: İslam'da bir mezheb. Her nassın bir dış yüzü, bir de iç yüzü olduğunu, dış yüzün kabuk mesabesinde bulunduğunu, bu yüzden nassın özünün, iç anlamının mühim olduğunu, kabuğu aşıp, o öze ulaşmak gerektiğini savunan bu grup, İslam'ın resm denilen ibadet ve mu'âmelâtını ihmal ettikleri için, sapık, heretik ve bâtıl sayılmışlardır. Bunlar, haramları helâl saydıkları için ibâhî adını da almışlardır.

BATN: Arapça, karın, iç vs. gibi manaları ihtiva eder. Zahr, Kur'ân'ın lafzı, batn ise te'vilidir. Yine, kıssa şeklen zahr iken, ondan alınacak nasihata batn denmiştir. Kur'an'ın tilavetine zahr, okunan âyet üzerinde düşünmeye batn denir. Yine, iman
edilmesi vacip olan münezzel kitap Kur'an zahr iken, onunla amel etmek, batn olarak değerlendirilmiştir. Bu kelime diğer ilimlerin ıstılahında, nesepte derecelik ifâde eden, soy, evlât, torun, torunun torunu gibi mânâlar için de kullanılır, insanın karnına, Arapça'da batn denmiştir.

BATTAL: Arapça'da işsiz güçsüz anlamındadır. Geçimini tekkeden sağlayan işsizler için kullanılan bir tabir. Tekkeler sosyal bir fonksiyon olarak, işsizlerin iaşesini sağlama durumundaydı. Bu bir sosyal güvenceydi.

BÂVEYSİYYE: Ebû Ya'kû el-Baveysî'nin kurduğu bir tasavvuf okulu olup, Zerrûkıyye'nin kollarından biridir.

BAYRAMİYE: Halvetî tasavvuf geleneğine bağlı Safeviyye'den doğmuştur. Hacı Bayram Velî (öl. 833/1429-30) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Daha sonraki tarihinde, şemsiyye-i Bayramiyye, Melâmiyye-i Bayramiyye, Celvetiyye gibi kollara ayrılmıştır. Anadolu'da, günümüzde hâlâ varlığını sürdürmektedir.

BÂZ: Arapça yırtıcı Doğan kuşuna derler. Allah, uyarmak istediği kullarının üzerine, avcı niteliğindeki Doğan kuşu gibi olan velîlerini salar. Bunlar, avı yakalar, sülük ettirir. Mevlâ'sının önüne bırakır, yani hedefe eriştirir. Abdülkâdir Geylânî, Seyyid Ahmed Rıfaî, Hoca Bahâeddin vs. gibi büyük sufiler için el-Bâzü'l-Eşhel tâbiri kullanılır ki, bu, tuttuğunu koparan Doğan kuşu demektir. Adı geçen zatların manevî gücünün çok fazla olduğu, bu tâbirle açıklanır. Yani, maneviyatta üstün güç sahibi veliler, ellerine geçen avları, sahipleri olan Allah'ın huzuruna getirip bırakırlar.

BÂZÂR: Farsça olan bu kelime, Türkçemiz'de de aynı anlamda "pazar" şeklinde kullanılır. Kesrette vahdet denilen, Bir'in, çoktaki görünüşüne bâzâr denir.
 

Lima

Harbi Üye
Bayan Üye
Forum Üyesi
Katılım
17 Mart 2019
Mesajlar
7,430
Tepkime puanı
9
Cinsiyet
  1. Bayan
BÂZU: Farsça. Pazı şeklinde Türkçe'de kullanılır olmuş bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahı olarak, vecd ve istiğrak ile kendisinden geçmiş olan derviş veya ilâhî kuvvetin görünmesi şeklinde tarif edilmiştir.

BÂZ-GEşT: Nakşbendî ıstılahındandır. Nefy-ü isbât dediğimiz, bir tek nefesde, tefekkür? olarak 21 adet "la ilahe ill" zikrinin çekilmesinden sonra, zikreden dervişin soluğunu bırakırken, zikrettiği şeyin mânâsı üzerinde tefekküre dalması, ve "ilahi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî" (Allah'ım maksudum ancak Sen'sin ve matlûbum ancak Sen'in rızandır) diyerek tefekkürde derinleşmesi olayına bâz-geşt denilir. Bu uygulamadan gaye, zikreden sûfînin kelime-i tevhîdin mânâsını şuur altına iyice yerleştirmesi ve onu hayatının bir parçası hâline getirmesidir. Bu sır, bilinç altında o şekilde yer eder ve dervişin ayrılmaz bir parçası olur ki, sonunda o dervişin gözünde, Allah'ın varlığından başka bütün varlıklar silinir, her yerde Hakk'ı görür ve bilir hâle gelir. Nakşîliğin en önemli esâslarından birisi işte budur : Yani, zikrettiği şey üzerinde tefekküre dalmak, zikrettiğinin mânâsını düşünmekle, zâkir'in Mezkûra (Allah'a) ulaşmasıdır.

BECELİYYE: Kadiriyye tarikatının Muhammed b. Hüseyin el- Becelî tarafından kurulmuş olan bir kolu.

BEÇÇE: Farsça bebek demektir. Can alan ve gönül yakan ayyüzlüler.

BED: Arapça başlamak demektir. Tasavvufta isim ve sıfatların tahakkuku demek olup bu, insan berzahlarının ilkidir.

BEDEN : insanın maddi vücudu. Kesif cisim.

BEDEL KERDEN: Farsça değiştirmek, vazgeçmek anlamında bir mastar. Hedef olmayanı bırakıp, esas maksada yönelmek.

BEDEVİ TOPU : Bedevi tarikatında dervişlerin, zikrin en ateşli bir zamanında, ulaştıkları aşırı etkilenme sonucu, etrafa büyük bir heyecan halinde sundukları âyin. Bu esnada müridler hep birlikte bir yerde toplandıkları için, zikrin o aşamasına, bu isim verilmiştir.

BEDEVİYYE: Tanta/Mısır'da Ahmed-i Bedevî (ö. 675/1276) tarafından kurulan şâziliye şubesi.

BED-NÂMÎ;BED-NÂM: Farsça, kötü ün sahibi anlamında bir ifade. Melâmet mertebesi ve hali. Başkasının kınamasına aldırmadan, Allah'ın rızasını hedef alan Melâmi meşrebliler, insanların övgü ve yergisine aldırmazlar.

BEDR: Arapça, dolunay demektir. Güneş, 14 günlük ayda ışığını nasıl tam olarak yansıtırsa, Allah da esmasını en mükemmel olarak halifesinde yansıtır. Yani bedr, halife demektir.

BEDRİYYE: 1. Sühreverdiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. 2. şeyh Bedreddin-i Simavî (ö. 1420)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

BEHÂİYYE: Sühreverdiyye'nin altı şubesinden biri.

BEHİME-BEHÂİM: Hayvanlar anlamında, Arapça bir kelime. Nefs, tasavvufta bir yönüyle hayvanidir. O yöndeki istekler, behimî olarak vasfedilirler.

BEHLUL: Saf anlamında Farsça bir kelime. Meczub, cezbesine mağlub, akıl nuru kısmen veya tamamen yanmış kişi. Harun Reşid'in kardeşi Behlül Dana buna örnek teşkil eder. Bu gibiler aslında deli değildir. Söyledikleri uyarıcı vecizeler, hikmetle doludur. Akıllı deliler (ukalâ-i mecânîn) denilen grup işte bunlardır.

BEKKÂİYYE: Kâdiriyye'nin Sudan'daki kolu. şeyh Ali el-Bekkâ (ö. 1271) tarafından kurulmuştur.

BEKKİYE: şaziliyye'nin Tunus'taki kolu. el-Bekkî et-Tunusî tarafından kurulmuştur.

BEKRİYYE: 1. Halveti şubelerinden Karabaşi-ye'ye ait bir kol. şemseddin Mustafa el-Bekri el-Mısrî (ö. 1749)'ye izafe edilmektedir.
2. şâzîliye'nin Vefâiye şubesinin koludur. Ebu'l-Mekarim Muhammed el-Bekrî (ö. 1586)'nin adına izafe edilmiştir.
3. XVI. asırdan itibaren, Kahire'de sûfi şeyhlerine verilen isim.

BEKTAşÎ; BEKTÂşİYYE: Bektaşî tarikatına mensup olan kişi. Bektâşiye tasavvuf okulu. XIII. asır'da Horasan'dan Anadolu'ya gelen Hacı Bektâş-ı Veli tarafından kurulmuştur. Esas itibariyle Ahmed-i Yesevî tarafından tesis edilen ve Türkler arasında kurulmuş ilk tarikat sayılan Yeseviye'nin tesirindedir. Hacı Bektaş-i Veli'nin Makâlât adlı eserine bakıldığında, şeriata gerçekten bağlı bir şahıs olduğu görülür. Bu eserde, şeriatta dört kapı ve kırk makam olduğu zikredilir ki bu kapılar, Tarikat, şeriat, Marifet, Hakikat'tır. Ancak, başlangıçta şeriata sıkı sıkıya bağlı olan bu tasavvuf okulu, yapılan bazı müdahelelerle lâ-dinî unsurlar ihtiva eder hale gelmiştir. Böylece, Bektaşî lafzı, zamanla dinî emirlere karşı lâkayıt davranan kişiler hakkında kullanılır olmuştur. BEKTÂşİNİN ÇAPASI, MEVLEVİNİN ÇİVİSİ : Bektaşî tekkelerine bağlı vakıflar pek az olduğundan, bu tekkelerde en önemli hizmet, tekke yakınında bulunan arazide ziraatle meşgul olmaktı. Bu da genellikle çapa ile olduğundan Bektaşî müridinin tekkede göreceği ilk iş, çapa kullanmayı öğrenmek olurdu. Mevlevîlerde ise semâ ön planda geldiğinden, dervişin ilk bellemesi gereken semâ idi. Semâ da, "semâ tahtası" nın üstünde belletilirdi. Bu tahtanın ortasında, ayak koymak için bir çukur bulunurdu. Ayağı sabit tutmak için de, çukur'un ortasında, müridin sol ayak baş parmağı ile orta parmağı arasında tutması gereken bir çivi, vardı. Semâ öğrenmek isteyen için bu çivi, oldukça önemli ve usulüne uygun şekilde yapması gerekli ilk iş olduğundan, tıpkı bektâşilerdeki çapa mesabesinde tutulmuştur. Böylece "Bektâşilerin çapası, Mevlevîlerin çivisi" deyimi ortaya çıkmıştır.
BELA-BELVÂ: Arapça. Hastalık, sıkıntı ve kötülüklerle imtihan ediliş. Bela, Allah'a yakınlık durumuna göre artar. Cerirî "insan, çektiği çile kadar insandır" der. Yine hadis-i şerifte "biz nebîler topluluğu, insanların en şiddetli belaya uğrayanlarıyız" buyurulmuştur.
BEKTÂşÎNİN SIRRI : Bektâşîler, bir kimsenin tarikata girmesi sırasında yapılan ayine, diğer tarikat mensuplarını almazlardı.
Diğer tarikatlardaki zikir ve semâ âyinlerine giriş serbest olduğu halde, Bektâşîlikdeki bu gizlilikten dolayı, "Bektaşî sırrı" sözü meydana gelmiştir.
BEL BAÐLAMAK : Birine güvenmek, ümit bağlamak. Tasavvufta ise, tarikata girmek, ikrar vermek anlamındadır. Ahilikte bu tabir, "şedd bağlamak" anlamındadır. (Bkz. şedd Bağlamak.) Bektâşîlerde ise, muhib olmak, tığbend kuşanmak, itaat etmek demektir.
BEL-YOL : insanın neslini devam ettiren evlâd, sulbî evladdır. Bir mürşide intisap ederek, onun terbiyesi altına girerek adeta onun evlâdı mesabesinde olana ise, yol evladı denilmiştir. Böylece mürşid, adeta onun babası sayılmıştır. Nitekim, Yesevîlikte mürşide "ata", Bektaşi'lerde de "baba" denilmektedir. Belden gelen, bazen babasının yolunu tutmadığından ve babasının oğluna karşı zaafı bulunabileceğinden, bazı şeyhler terbiye için oğullarını bir başka şeyhe verirlerdi. Bu hareket tarzı, "Belden gelen oğlum değil, yoldan gelen oğlum" denilmek suretiyle atasözü haline gelmiştir.
"BEN" DİYENİ İRşAD MÜMKÜN DEÐİLDİR : Tasavvufta kişinin kendine değer vermesi, malını, mülkünü, makam ve mevki'ini ön plâna çıkararak Cenab-ı Hakk'ı unutması matlûb değildir. Bunun için benlikten geçmeyen, nefsini terbiye etmeyen, hep "ben" diyen, bu yolda manevî mesafe alamaz. Bu bakımdan böyle kişiler hakkında, "ene (ben) tahtına oturanı, irşad mümkün değildir" veya "ben diyeni irşad mümkün değildir" denilmiştir.
BENANE: Kadiriyye'nin Dekken'deki bir kolu.
BENDE: Farsça, köle demektir. Allah'a kul olmak. Mürid.
BENEFşE: Arapça, menekşe demektir. Kuvvetin etkili olmadığı nükte.
BENLİÐİME LANET : Eski terbiyemizde, cemiyette "ben" diye konuşmak edebe aykırı sayılıp, nezaketsizlik kabul edildiğinden, bunun yerine, "bendeniz" veya "fakir" denilerek söze başlanırdı. Bu husus, özellikle mutasavvıflar arasında daha da önemliydi. Yanlışlıkla, söz sırasında ben denilirse, hemen arkasından, "benliğime lanet" sözü eklenirdi. "Eûzü billahi min ene".
BERK: Arapça, pırıltı demektir. Tasavvuf yoluna giren "sâlik"e ilk görünen İlâhî ışık. Allah'ın, kulunu kendi yoluna davet etmek için kalbine vahyetmiş olduğu ilham.
BER ÇÛ-SİM: Farsça, gümüş göğüs. Salikin tabiatına uygun düşen terbiye.
BERHASTEN: Farsça. Ayağa kalkmak. Azmetmek, kastetmek, cezmetmek.
BERK-İ SEBZ: Berk, Farsça yaprak: Berk-i Sebz ise, yeşil yaprak anlamında sıfat tamlamasıdır. Tasavvufta özellikle Mevlevîlikte, dergaha veya tarikattaki ihvanına ziyarete giden kişi, eli boş gitmez, hiç bir şey bulamazsa bile, bir çiçek, veya yeşil bir yaprak götürürdü.
BERRANİ: Arapça, harici, zahirî demektir. Tasavvufa yabancı kişiler.
BERZAH: Arapça, iki şey arasındaki engel ; iki denizin biribirine kavuşmasına engel olan kara parçası. Kur'an'da ise mevt(ölüm) ile haşr (tekrar dirilme) arasında geçen zaman.
BERZAHİYYE: Melâmî ıstılahıdır. Melâmî Bayramîleri, tarikatlarına "turuk-ı berzahiyye" yani "berzah yollan" derlerdi.
BERZAHU'L-CÂMİ: Toplayıcı berzah anlamında Arapça bir tamlama. Bütün berzahların aslı olan Allah. Buna Hazret-i Vâhidiyye, birinci berzah, veya en büyük berzah, "berzah-ı âzam", "berzah-ı ekber" denir.
BERZENCİYYE: Kübreviyye'nin kollarından biri.
BİşR: Arapça, yüz gülümserliği. Yalnızlıkta ağlamak, insanların yanında güler yüzlü olmak, sufilerin ahlâkındandır. Yüzdeki tebessüm kalpteki nurun eseridir.
BESMELE: Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmışı olup her işe onunla başlanır ; onsuz başlanan işlerin sonu kesik olur. İbn Arabi, Allah'a göre "kün" (ol) ne ise, kula göre besmele de odur, der
BEşARET: Arapça, müjde demektir. Dostun dosta ilettiği müjdeli haber. Bu;
1. Can çekişen salih kula cennet.
2. Mahşerdeki hesapta kul'a rahmet müjdesi, şeklinde tecelli eder.
BEşLER : Kalpleri Cebrail (a)'in kalbi üzerinde bulunan beş veli. Beşlerin nefes ve ilimlerinin feyzi ile gönüller dirilir.
BETÜL: Arapça, erkeğe şehvet duymayan kadın, dünyadan elini çeken kadın ve erkeğe veya, bakireye denir.
BEVADİH: Arapça, içe doğan hisler ve bilgiler anlamındadır. Gaybden ansızın kalbe gelen, kabz veya bast'a sebep olan hal.
BEVVÂB: Arapça kapıcı demektir. Mevlana türbesindeki türbedarlara "bevvab" denirdi. Türbe kapısını açıp kapamakla görevli oldukları için, kendilerine bu ad verilmiştir. Osmanlıların son döneminde, okullarındaki kapıcılar da aynı isimle anılmıştır.
BEVN: Arapçada ayrılık anlamındadır. Mukabili kevn'dir. Cüneyd, bu tabiri, muvahhidlerin sanki yoklarmış gibi, eşyada olmaları, ayrı değillermiş gibi eşyadan ayrı olmalarıdır, diye tanımlar. Çünkü onların eşyada bulunmaları, kendi şahısları ile, ayrılmaları da sırları iledir. Bu; sufiler dışlarıyla insanlarla, varlıklarla beraberken, içleriyle Allah'la birliktedirler, anlamına gelir.
BEYABAN: Farsça, sahra demektir. Yol kesici, gaflette olma hali.
BEY'AT: Arapça, "satmak" anlamına gelen "bey" den türemiştir. Mürşid'den el almak, ona söz vermek. "Seninle bey'atleşenler, gerçekte Allah'la bey'atleşmiştir. (Feth/10) âyeti, Rıdvan ağacı altında Sahabe-i Kiram'ın Peygamber Efendimiz (s)'e, ölene kadar uyup düşmanla savaşacaklarına dair söz vermeleri. Bey'at kelimesi, tasavvufa ıstılah olarak geçerek, Mürşidden el almak anlamında kullanılmıştır. Mürşid'in eli, elden ele Hz. Peygamber Efendimiz (s)'e kadar ulaşır. Bey'at, çeşitli tarikatlara göre şeklî bir takım farklılıklar arzeder.
BEYT: Arapça, ev anlamına gelir. Bu kalptir. Beytü'l- Ma'mûr: Allah'ın yerden göğe yükseltip kendi nefsine tahsis ettiği mahaldir. Yere göğe sığmayan Allah, mümin kulunun kalbine sığar "mü'minin kalbi, Allah'ın evidir". Nur/36 ayetine göre mescidler de "ev" dir. Ka'be de Maide/97 ayetine göre, "ev"dir. Beyt, tarikat anlamında kullanılan bir ifadedir. Beytü'ş-şaziliyye (şaziliyye tarikatı). BEYTÜ'L-İZZE: Arapça, izzet evi. Hak'da fani olma hali ile cem makamına ulaşan kalptir.
 

Lima

Harbi Üye
Bayan Üye
Forum Üyesi
Katılım
17 Mart 2019
Mesajlar
7,430
Tepkime puanı
9
Cinsiyet
  1. Bayan
BEYTÜ'L-MUKADDES: Arapça, kutsallaşmış ev. Allah'tan başkasına bağlanmaktan kurtulmuş kalp.

BEYTÜ'L-HARAM: Arapça, haram evi. Allah'tan başkasına yasaklanmış kâmil insanın kalbi.

BEYTÜ'L-HİKME: Arapça, hikmet evi. ihlas'ın yerleşip karar kıldığı kalp.

BEYTULLAH: Arapça, Allah'ın evi. Arifin, kâmil insanın kalbi, veya Ka'be. Kâmil insan bütün isimleri toplayan "Allah" isminin mazharı (ortaya çıkış yeri) olduğundan, bu hey'et-i mecmua ancak ona sığabilir. Bunun için gönüle "mir'ât-ı Hûda" derler. Sûfilere göre, gönül o kadar geniştir ki bütün kâinatı içine alabilir.
Fuzûlî hâlâ olmaz sûret-i dil dost fikrinden
Bu mânâda ki beytullah derler kalb-i mü'mindir.
Fuzûlî

BEYYÛMİYYE: Ali b. şeyhü'l-Hicaz (ö. 1182/1768-9) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

BEYZÂ: Arapça'da beyaz anlamına gelen bir kelime. el-Aklu'l-Evvel yani ilk Akıl. Zira, amâ'nın merkezi olup, gayb karanlığından ilk ayrılan şey beyzâ'dır. Feleğinin nuru en fazla olan yine odur. İlk aklın beyazlığı, gaybın siyahlığına tekabül eder. Varlığı yokluğuna tercih edildiği için ilk mevcud beyzâ'dır. Vücud (varlık) beyazdır, adem (yokluk) siyahtır. Ariflerin bir kısmı fakrı, kendinde her madumun tebeyyün ettiği beyaz olarak değerlendirirler. Her mevcud, siyahta ademe dönüşür. Onlar fakr'dan "fakrû'l-imkân"'ı kastederler. Melekler ve ruhlar âlemine de beyzâ denir.

BEYZAVİYYE: Hicriyye'nin şubelerindendir. Hızır(a)'a nisbet olunur.

BEZL: Arapça, cömertçe sarfetmek, harcamak demektir. Bir kimsenin, en son gücünün yettiği bir çaba ile Allah'a yönelmesi. Allah'ı tüm sevdiklerine tercih etmesidir. Bezl-i nefs, isar-ı nefs : Fedakarlık, Bezlu'l-Muhac : Çok sevilen şeylerin Hak uğruna seve seve harcanması. Bezl-i Gah : Bir şeyhin bağlılarına yardım sağlamak üzere, devlet adamları üzerindeki etkisini kullanması.

BEZM-İ ELEST: Farsça ve Arapça iki kelimeden oluşmuş "Elest Toplantısı" anlamında bir tabir. A'raf suresi'nin 172 nolu âyetinde Allah ruhlara "Elestü bi-Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar "Belâ" (Evet) dediler, işte bu toplantı, ruhlar bedene girmeden yapılmış, Allah ile ruhlar arasında "misak" (sözleşme) vukubulmuştu. Orada verilen sözün doğruluğunun sınanması için, Allah, ruhları bu imtihan dünyasına gönderdi. şu anda bu sınavdayız. Allah ile ruhlar arasındaki sözleşmenin meydana geldiği toplantıya "Bezm-i Elest" yani "Elest Toplantısı" denir. Bezm-i ev edna : Yahut daha yakın olma toplantısı, anlamında bir ifade. Miraç'da Hz. Rasulullah (s)'ın Allah'a yaklaştığı son nokta ve orada meydana gelen toplantı. Hiçlik makamı.

BİBERİYYE: Halil Develioğlu (ö. 1933) tarafından Tarsus'ta kurulmuş bir tasavvuf okulu. Halidiyye-i Nakşibendiyye'nin koludur.

BİDAYET: Arapça, başlangıç anlamında bir kelime. Sülûkun başlangıcına bidayet, bu durumda olana da mübtedi (yeni başlayan) denir.

BÎ-DÂRÎ: Farsça, uyanıklık anlamında bir kelime. Sahv, kendinde olma, sekrden uzak bulunma hali, kulluk mertebesi.

BÎ-GÂNE: Farsça, yabancı demektir. Tasavvufi yolu bilmeyen ve bu sistemi tanımayan kişi. BîHANEGİ : Yabancılık.

Bİ-HÛşÎ: Farsça baygınlık, aklın gitmesi hali. Beşerî özelliklerin silinmesi durumu. Sekr halinde olan kişiye, bî-hûş denir.

BİLEN BİLİR BİLİRİ, BİLMEYEN NE BİLİR BİLİRİ? BİLMEZ İSEN BİLİRİ, BULAGÖR BİR BİLİRİ : Bu tekerleme bilen kişinin gerçek sırrı ve vahdet âlemini bilebileceğini, bilmeyenin ise, bundan mahrum kalacağını ve bir bilene tâbi olup öğrenmesi gerektiğini anlatır. Bilmeyen talib, bilen ise Mürşiddir.

BİLEN SÖYLEMEZ, SÖYLEYEN BİLMEZ : Vahdet sırrına vâkıf olan kişi bu sırrı söylemez. şayet söylerse, bireysel zevkî bir tecrübe mahsûlü (sübjektif) olması dolayısıyla, o tecrübeyi zevk etmekten (tadmaktan) mahrum kalan kişi, anlatılanı anlamaz. şeyh Sadi şirâzi bu konuda şöyle der:
Ey seher kuşu, aşkı pervaneden öğren O yanıp yakılan âşık can verdi de sesi bile duyulmadı Bu davaya düşenlerin onu istemekte haberleri bile yoktur. Haberi olana gelince, ondan bir daha bir haber bile gelmedi.
Vahdet hakkındaki sözler, aynı zamanda tehlikeyi de bünyesinde bulundurur. Bu yüzden şeyhler, vahdetten bahsederken, bir başka kişiden duymuş gibi (yani nakil yoluyla) anlatırlar. Bayramîlerden ismail Ma'şûkî, Bosnalî Hamza Bali, bu konuda acı örmektirler.

BİLMEK, BULMAK, OLMAK : Olgunlaşmanın üç merhalesi, "Kendini bilen, Rabbini bilir, fehvasınca, bir insanın olabilmesi için, kendini bilerek, tanıyarak, Rabbisini bulması gerekir.

BÎ-MÂR, BÎ-MÂRÎ: Farsça, hasta, hastalık demektir. Tasavvufta, kalp huzursuzluğu, can sıkıntısı, aşk gibi anlamlarda kullanılır.

BİNBİR DONDAN BAş GÖSTERMEK : Don kelimesi Türkçe olup, şekil sanat ve elbise anlamında kullanılır. Allah sonsuz gücünü, hikmetini, sayısız mahlûkatından ; vahdetini yine sonsuz varlıklardan ortaya çıkarır. Bu Allah'ın, gücünü, birliğini binbir don (şekil) dan göstermesidir.

BİNBİR GÜN : Mevlevî tabiri. Yeni derviş, yapılan sohbeti anlamak üzere binbir gün hizmet eder. Bu hizmetin yapıldığı yer, mutfaktır.

BÎ-NEVÂ: Farsça, âciz, zayıf, zavallı demektir. Tasavvufta acizlik, çaresizlik anlamında kullanılır.

BÎ-NİşAN: Farsça, nişansız, adsız demektir. Fena makamı, Zat-ı kibriya, La Ta'ayyün mertebesi.

BİN KERE ALLAH DEMEKTEN BİR KERE EYVALLAH DEMEK YEÐ : Çeşitli olaylar karşısında Allah Allah diye şaşkınlık göstermek yerine, baş kesip eyv deyip Allah'ın kudretine teslim olmak anlamında bir atasözü.

BİR ÇIPLAÐI BİN ZIRHLI SOYAMAZ : Buna benzer bir atasözü daha vardır: "Bir çıplağı kırk haramî soyamaz". Varlığına dayanan, benliğine güvenen, bilgisiyle büyüklenen kişi, dünyanın yükünü yüklenmiştir. Ama gerçek varlığa karşı yokluğunu bilen bilgili ise, bilgisiyle bilmediğini öğrenen, benliğini terkeden, her çeşit kayıttan sıyrılan kişi, tam anlamıyla yokluğa ulaşmış yani çıplak hale gelmiştir. Böyle kişilerin soyulacak bir varlığı kalmamıştır.
Var imdi miskin Yunus, üryan olup gir yola
Yüz çakallu gelürse yalıncağı soyamaz.

BÎ-RENG, BÎ-RENG: Farsça, renksiz, renksizlik demektir. Arif renksizlik makamında her rengi görüp, bilip, değerlendirip, ona göre hareket eder. Zira o, fenada, "Allah'ın rengi" (Sıbgat) olan renksizliğe kavuşmuş, yetmiş iki milletin veya (meşrebin) dilini anlar ve konuşur hale gelmiştir. Renksizlikte bütün renklerin bulunduğu gibi, Allah'ın rengi olan renksizliğe ulaşmış sûfilerde de, her meşreb, her renk vardır. Mevlana resmini kırk defa yapmaya teşebbüs edip de yapamayan, daha doğrusu ressam gözüyle sabit bir yüz şeklini yakalayamayan Nakkaş Aynüddevle'ye, renksizliğini öne sürerek olayın, açıklamasını yapmış ve bu sözüyle, her an bir renkte olduğunu ifâde etmiştir. Bu makam, zirveyi gösterir. Zirvede ikiliğe yer yoktur. Orada sadece tevhid vardır. Bu yüzden orada hedef açısından "dinlerin birliği" gerçekleşmiştir.
Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Halka müderris ise hakikatte asidir. BİR ETEÐE PEK YAPIşAN, MAKSÛDA (AMACINA) TEZ ERİşİR : Bu söz, kâmil mürşide, tam ve mükemmel bir hüsn-i zan ile bağlanan kişinin, vuslata çabuk ereceğini ifade eder. Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî'den 3-5 ay gibi kısa zamanda olgunlaşıp hilâfet beratı alınca, bu vuslata 30 yıldır erişemeyen diğer müridler merak içinde kalmışlardı. Bu merakı gidermek üzere, Hacı Bayram-ı Veli onlara "sıkı teslimiyet" açıklamasını yapmıştı. Konyalı Doktor Hulusi Baybal Beyefendi'nin çalışma masasının arkasındaki "âh teslimiyet!" levhası da bu espriyi yansıtır.

BİR GÖMLEKTEN BAş GÖSTERMEK : Bektaşî tabiri. Musâhib olanlar hakkında söylenir. Tarikata bereberce giren iki derviş (can) tıpkı bir gömlekten, veya bir bedenden iki baş göstermiş gibidir. Canları, imanları ve ikrarları birdir. Bu kardeşliğe (birliğe) her zaman riâyet etmek zorundadırlar. Bu, islâm'daki kardeşlik espirisini anlamaya giriş mahiyetindedir.

BİR HIRKA BİR LOKMA : Çok azla yetinmeyi, fakra surî olarak da bağlanmayı ifade eder. Hindistan'da Sühreverdîliğin bazı kolları, zenginliğe, varlıklı olmaya, kalpte fakr duygusunu korumak şartıyla karşı çıkmamış, hatta savunmuşlardır. Aynı görüşte olan diğer tasavvuf disiplinlerindeki bir takım şeyhler de, malın cepte olması, ancak kalpte bulunmaması gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s), bir yaşam modu olarak fakrı tercih etmekle birlikte, zenginliği de yasaklamamıştır. Zira müminin dünyadan unutmaması gereken bir nasibi vardır. Ancak "mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitnedir." (Tegâbün/15) âyetinin esprisini de geri plana atmamak icâbeder. Doğru olanı, kişinin malı esir almasıdır. Yoksa malın kişiyi değil. "Bir lokma" sözü çalışmayı değil, insanın hırsını sınırlamak için söylenmiştir.

BİR GÖNÜLDE İKİ SEVDA OLMAZ : Bir kalpte hem Allah, hem de dünya sevgisi olmaz. Yüce Mevlâ Kur'an-ı Kerim'de "Allah bir göğüste iki kalp yaratmadı" (Ahzâb/4) buyurur. Bir kalple bir şey sevilir. O da Allah olmalıdır.

BİR İÇİM SUYUN, YEDİ YOLUN HAKKI VAR : Susuza su vermek, yol bilmeyene yol göstermek, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, toplum hayatında ferdleri biribirine yaklaştırır. Neticede zengin-fakir arasında bir köprü kurulur, toplum huzurlu olur. işte bu yüzden, su sahiplerinin, yol bilenlerin, vazifelerini Hakk'a endeksli olarak yapmaları gerekir.
 

Lima

Harbi Üye
Bayan Üye
Forum Üyesi
Katılım
17 Mart 2019
Mesajlar
7,430
Tepkime puanı
9
Cinsiyet
  1. Bayan
BİRLİÐE İKİLİK SIÐMAZ : Bir tür şirkten kaçınmayı ifade eder. İç ve dışta varoluşa katılmak, bu şekilde sevinç ve üzüntülere iştirakte bulunmak. Bu katılıştan ayrılan, bütünden ayrı kalır, ikiliğe düşer.

BİRLİK MAKAMI : Gönül birliğinin gerçekleştiği manevî menzil (durak) demektir.

BİR SUÇLA ADAM ASILMAZ, BİR SÜRÇEN ATIN BAşI KESİLMEZ : Yanılarak yapılan kusurların bağışlanması, tekrarlanması durumunda da cezalandırılması, bu sözle ifade olunur. Affedicilik fazilettir. Kur'an-ı Kerim'de (Ve'l-âfîne ani'n-nâs) "insanları affedenler" (Âli-imran/134) buyurulur.

BİR şEM'A (MUM) Kİ ALLAH YAKA, HALK ÜFLESE SÖNMEZ : "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kafirler hoşlanmasalar da mutlaka Allah nurunu tamamlayacaktır" (Tevbe/32). Allah'ın yaktığı nur, inkarcılar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar liflerlerse Liflesinler, sönmeyecektir. Halikın yaktığı mumu, mahlûkun nefesi söndüremez. Bu atasözünde mum, kalp, Allah aşkı (veya iman) da nur (ışık) dur.

BİR TAHTTA İKİ PADİşAH OLMAZ : Burada taht, kulun gönlü, padişah ise çok sevdiği şeydir. Taht, yani gönül bir tanedir, onun için oraya bir padişah, yani bir sevgili oturabilir. O da Allah'tır. "Allah bir insanda iki kalp yaratmadı." (Ahzab/4)

BÎRÛN: Farsça, dış, dışarı demektir. Dışta tahakkuk etmiş olarak gördüğümüz âlem. Bîrûn'un mukabili "derûn" (iç, içeri) dur.

BİSÂT-I ÜNS : Üns yaygısı anlamında bir ifade. Allah'a yakınlığı gösteren üns makamı. Sûfilerin "bisat üzerinde dur, inbisattan sakın" ifadesi, Allah'ın huzurunda saygılı olmayı (bisat), laubalilikten (inbisat) uzak durmayı anlatır. Yani edebi gözeten sâlike, bisat ehli denir. Bisat'ta edepsizlik (inbisat) yapanı kapıya, orada edepsizlik yapanı da hayvanlara bakmak üzere ahıra gönderirler.

BÎ-SER Ü PÂ: Farsça, başsız ve ayaksız demektir. Melâmiyyei Bayramiyye mensuplarının mezar taşlarına denir. Hacı Bayram-ı Veli'den sonra tarikatı; şemsiyye-i Bayramiyye (Akşemseddin kolu), Melâmiyye-i Bayramiyye (Bıçakçı Ömer Dede Kolu) ve İnce Bedreddin'in kurduğu bir şube ile üçe ayrılmıştı. Bunlardan Melâmiler, devlet tarafından sıkı takibe alınmış, başta Oğlan şeyh İsmail Ma'şûki ve Bosnalı Hamza Balî olmak üzere çeşitli şeyhler idam olunmuştur. Çok sayıda şehid verdikleri için, Melâmîler, özellikle Hamzavîler mezar taşlarını, başları kesik, kolları ve ayakları kırık olarak yapmaya başlamışlardı. İşte bu mezar taşlarına, "Melâmî Taşı" veya "Bî-Ser ü Pâ" (Başsız ve Ayaksız) denir. Bu, Melâmîlerin, başsız, elsiz, ayaksız olduklarını, yani canlarından geçtiklerini, kendilerini tamamen Allah'a teslim ettiklerini bildirir.

Bİ'SET: Arapça, göndermek demektir. Tasavvufta açık ilhamla gönderilen vahyi ifade eder.

BİSMİLLAH: Arapça, Allah'ın adıyla demektir. Bir işe besmele ile başlanırsa, o işin sonu kesik (ebter) gelmez (Cami, 2, 77). "Bismillah", (Rahmanirrahim) eklemeden kullanılırsa "buyur, haydi, söyle, gel, yürü, hazırım" anlamına gelir. Bir yere girileceği sırada, hürmet için birine "siz buyrun" yerine, "Bismillah" denildiği gibi, bir şey söyleyecek, bir şey yapacak kişiye de "söyle", "yap" yerine, yine "Bismillah" denir. Kendisine emir verilecek kişi, emri yerine getirmeye hazır bulunduğunu bildirmek üzere "Bismillah" der.

BİSTAMİYYE: Ebu Yezid Tayfur el-Bistamî (ö. 261/874) 'ye nisbet edilen ve Tayfuriyye de denilen bir tarikat. Nakşî silsilesinde de yer alan Bayezid-i Bistamî, erken dönem Nakşibendiliğe adını vermiştir. Nakşbendîlik kronolojik sıralama içinde şu isimlerle anılmıştır : Sıddîkiyye, Bistamiyye, Nakşibendiyye, Ahrariyye, Müceddidiyye, Halidiyye.

BÎ-şER': Farsça, şeriata uymayan demektir. Mukabili "Bâ-şer" (şeriata bağlı) dir. Özellikle Hindistan'da şeriata uymayan tarikatlara "bî-şer", uyanlara da "bâ-şer" adı verilir.

BOSTAN: Farsça, bahçe, bağ demektir. Genel ve özel, açık mahal. Fetih makamı.

BOş GELEN BOş DÖNER, BOş GELEN BOş GİDER: Mürşidin huzuruna varlıktan soyunarak gelmek her türlü kibir, gurur ve nefsî davadan sıyrılarak gitmek gerek. Bu şekilde giden kişinin, mürşidinin duası ve himmet nazarıyla ruhuna sirayet eden nefis pisliklerinden kurtulacağı; dönüşte, varlığın yerini, yokluğun ve fakrın alacağı kabul edilir. Bu atasözü ayrıca, mürşide ve dostlara hediyesiz gitmemeyi öğütler. Zira Peygamber Efendimiz (s) "Hediyeleşiniz ki aranızda sevgi oluşsun" buyurur. Hediyesiz, boş gitmek, sevgi teşekkülüne mani bir husus olarak düşünülür.

BOş KAP SES VERİR : Manevî olgunluğa ermiş kişi, laf yapmaktan kurtulur, artık hali ile konuşur. Hali elde edemeyen kişiler, boş kap gibi konuşma mübtelası olur, tın tın öter durur ki bu tiplerde hal gözükmez, yaşamak bulunmaz, konuşmalarında kalıcı etki görülmez.

BU ALİYYE: Kadiriliğin Cezayir ve Tunus kolu.

BU'D: Arapça uzaklık anlamına bir kelime. Kulun Allah'tan uzaklaşması ki bu, emir ve nehiylere uymamakla olur. Hak'tan uzak kalanlara "bâ'id" denir. Bu'd'un mukabili "kurb" tur. BU BİR KERVANSARAYDIR, KONAN GEÇER :Kervanların konup mola verdikleri yerlere kervansaray denir. Bu kelimenin doğru ifade edilmiş şekli "Karbânsaray" dır. Kervansaraylarda her türlü sosyal ihtiyaçlar giderilmiştir. Bu atasözünde insan kervana, kervansaray da dünyaya benzetilmiştir. Bir yolcunun, bir kervanın kervansaraya gelip bir kaç gün kalıp yoluna devam ettiği gibi, insan da bu dünyada bir kaç gün kalıp gidecektir. Yani bu dünya geçici, kısa bir kalış yeridir.

BU DA GEÇER YÂ HÛ : Eskiden bu ibare, dergâhlarda, işyerlerinde levha halinde duvarlarda bulunurdu. Burada bir "tezad" sanatı vardır. "Bu da geçer" ifadesi geçici dünyayı, "Yâ Hû" da Baki olan Allah'ı gösterir. İyi, kötü her şey gelir geçer, başa gelen kötü olaylara sabretmek ve Allah'a dayanmak icabeder.

BUHARİYYE: Celâleddin el-Ahmer el-Hüseyin b. Ahmed el- Buharî (d. 707/1307)' nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.

BUHL: Arapça, cimrilik anlamına gelen bir ifade. Bu bir nefis hastalığıdır. Bir kimse kendi malından cimrilik yaparsa buna "buhl", bir başkasının malından yaparsa buna da "şuhh" denir. Hz. Peygamber (s) bir hadislerinde "şuh (cimrilik)'tan sakının. şüphesiz şuh, sizden öncekileri helak etmiştir" buyurur. Bazıları buhl'ü "ihtiyaç zamanında işarı terketmektir" şeklinde tarif ederken, Hakîm, "insanî özelliklerin yok olup, hayvânî adetlerin ortaya çıkması" diye tanımlar.

BUHÛRİYYE: şeyh Muhammed el-Buhûrî er-Rumî el-Edirnevî (ö. 1039/1629)'nin kurduğu, Ramazaniyye-i Halvetiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

BULAşIKÇI DEDE : Mevlevî tâbiri. Matbah-ı şerifte önemli bir görevdir. Bulaşıkçı dede'nin beraberinde, yardımcıları bulunurdu. Yemek kaplan mutlaka mutfakta yıkanırdı. Kaşıklar da büyük bir özenle yıkanıp kurulanırdı. Somat denen sofra bezinin temizliğine çok dikkat edilirdi. Küçük dergâhlarda Bulaşıkçı Dede'nin yardımcısı olmazdı.

BUK'A: Arapça, yer, mekan, belde, diyar, bölge anlamına gelir. Çoğulu "bikâ ve buka" dır. Türbe, yatır. Buk'a-i mübâreke : Mübarek yerler, ziyaret yerleri, türbeler.

BU MEYDANDA NİCE BAşLAR KESİLİR, SORAN OLMAZ : Bu meydan erenler meydanıdır. Sırrı, anlamayanlara faş edince, sonuçta kan dökülür. Bu uğurda nice başlar verildiği yukarıdaki sözle anlatılır.
Kûh kün ez kellehâ
Bahr kün ez hûn-i mâ
Kellelerden tepeler yapsınlar
Kanımızdan denizler.
Seyyid Seyfullah bir şiirinde şöyle der:
Kıyamazsan baş u cana
Irak dur girme meydana
Bu meydanda nice başlar
Kesilür hiç soran olmaz.
Yeniçeriler, bu sözü, orta gülbanklerine almışlardır.
BURAK: Hz. Peygamber (s)'i Miraç gecesi taşıyan hayvan. Kur'an-ı Kerim'de adı geçmemektedir. Burak anatomik yapısı itibariyle Katır'dan küçük, eşekten büyüktür, rengi beyazdır. O cennet hayvanlarındandır. İki kanatlıdır. Bunlar sayesinde, bir adımda gözün görebildiği en uzak mesafeyi kat edebilir. İki de uzun kulakları vardır. Burak diğer Peygamberlere de hizmet etmiştir. Mesela Hz. İbrahim, Kabe'ye olan yolculuğunu bu hayvanla yapmıştır. Bu hayvana "Dabbetü İbrahim" de denir. Hesab gününde, mahşer yerinde bulunan ümmetlerine ulaşabilmeleri için, Peygamberler bineklere bineceklerdir. Salih (a.s) devesine binerken, Hz. Peygamber (s)'in kızı Patıma ile birlikte Burak'a bineceği ve o gün Burak'ın sadece ona tahsis edileceği de rivayet edilir.
Kelime olarak "berk" (parıltı, şimşek)'ten türemiştir. Hızından veya şimşek gibi pırıltısından dolayı ona Burak adının verildiği söylenir. Tasavvufta aşkı ifade eder. Zira aşk, kulu şimşek gibi Allah'a ulaştırır. Burak can, ruh Allah'a götüren binek, yani aşk olarak tarif edilir.
Kullar senin sen kulların
Günahları çok bunların
Uçmağına koy bunları
Binsünler Burak Çalabım.
Yunus Emre

BURHAN: Arapça, kesin delil demektir. Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Peygamber (s) ile tartışan inançsızların, ondan iddiasını ispat etmek üzere, şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara mahal vermeyecek kesinlikte burhan (delil) istediklerinden bahseder. Ayrıca sadakaya da, verenin imanına delil olduğu için (burhan) denmiştir. Bu tabir Rifaiyye, ıstılahlarındandır. şiş vurmak, ateş yalamak, kılınçla karın kesmek, taş yutup çıkarmak vs. gibi harikalara, Rifaîler burhan adını verirler. Rifaîler bununla, mânânın maddeye olan üstünlüğünü ispatlamak isterler.

BURHAN-I HAK: Arapça, Hakk'ın kesin ve açık delili demektir. Hz. Peygamber (s) veya Kur'an-ı Kerim'e "Burhan-ı Hak" denir. Bir görüşe göre Burhan umûmun ; cezbe ise, nebi ve velilerin yoludur.

BURHANİYYE: Seyyid Ahmed Bedevî Hazretlerince tesis olunan Ahmediyye tasavvuf okulunun altı şubesinden birinin adı.

BURHANİYYE: Burhanüddin İbrahim b. Ebil Mecdi'd-Dessûki (ö. 686/1287) tarafından kurulan ve şaziliyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Dessûkiyye de denir.

BUSE: Farsça öpmek, öpücük demektir. Tasavvufi olarak bâtındaki feyz ve cezbe; müjde alındığında duyulan zevk veya haz; ilim ve amel; anlama ve anlatma bakımından sözün keyfiyetini kabul etme yeteneği; ruhun vasıtasız olarak aldığı zevk veya haz gibi çeşitli mânâları ihtiva eder.
Leblerinle emrine amadedir canım benim Al da bir buseyle öldür haydi cananım benim
Arif Emre

BUY: Farsça koku demektir. Kalbin alâka (ilgi) ve ittisal (bağlantı) den haberdar olması hali. Bu, cem (toplama) hâlinde başlangıçta olduğu gibi, daha sonra tefrika (ayrılma) makamında da değişik bir halde yine vardır.

BÜDELA: Bkz. Ebdal.

BÜKA: Arapça ağlamak anlamına bir kelime. İlk dönem sûfileri Bekkâûn (ağlayanlar) diye anılmışlardır. Ağlama; günah, Allah korkusu, Allah'tan ayrı kalma veya sevgi sebebiyle olur. Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın âyetlerini duyan gerçek müminlerin hemen ağlayarak secdeye kapanmaları hususu sık sık zikrolunur. Konuyla ilgili olarak şu âyetler dikkat çekicidir: Meryem/58, Tevbe/ 82, Necm/60, isra/109.
"Rahmanın ayetleri okununca onlar hemen ağlayarak secdeye kapanırlar." Meryem/58.
"Yapmakta olduklarının karşılığı olarak az gülsünler, çok ağlasınlar." Tevbe/82.
Ağlayamayan Sahabe-i Kirama, Peygamber Efendimiz (s), "Ağlar gibi yapınız." veya "Hüzünleniniz, zira gönlün hüzünlenmesi ağlamaktan sayılır." demiştir. Bazıları tefekkürü de, bir tür ağlamak saymıştır. Yine, zahidlerin üzüntüden, ariflerin ise sevinçten ağladığı kaydedilir.

BÜNA-GÛş: Farsça, kulak memesi demektir. Kulak vermeden ve dikkatle dinlenmeden anlaşılmayan sevgilinin sözü, ince ifadesi, kulağa küpe olan sevgilinin sözü.

BUT: Farsça, Put. Herkesin putu kendi nefsinin hevasıdır. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Muhammed (s)! Nefsinin isteğini putlaştıranı görmedin mi?" Furkan/ 43; Câsiye/23.
Fütüvvet erbabı "Fetâ" (Yiğit) yı putkıran kişi olarak değerlendirir. Bazıları büt'ü sevgili, ma'şuk, matlûb şeklinde tanımlamıştır. Putperest: Aşık; But: Vahdet; Büt-hane: Kelime olarak puthane ve tapınak demektir. Bu ifade Vahdet-i kül, Lahûti âlem, Zât-ı Ehâdiyyet, mazhar olma hali, maddi âlem, şeklinde değerlendirilir. Bütgede: Mâbed, dua edilen makam. Bu, tasavvuf erbabınca, ıstılah olarak İlâhî bilgilere şiddetle iştiyak duyan kâmil arifin gönlü olarak tanımlanmıştır.

BÜYÜ : Din dışı dua ve hareketlerle ruh üzerinde etki yapmaya denir. Çeşitli türlerde yapılır: Tütsü, muska, tılsım, cadılık vs. gibi.

BÜYÜKLÜK ALLAH'A MAHSUSTUR : Bu atasözü ya kibir satan kişiler için kullanılır, ya da konuşan kişi tarafından tevazu ve mahviyet maksadıyla söylenir. Allah büyüklenenlerin düşmanıdır. Zira bir kudsi hadiste Allah şöyle der: "Kibriya (büyüklük, ululuk) benim hırkamdır. Onu kendimden gayri hiç kimse için kabul etmem."

BÜZÜRGÂN: Farsça büyükler demektir. Nakşibendiyye tâbiridir. Kâmil mürşidlere, sohbette gönüllere hayat veren, diliyle cevherler saçan ariflere "büzürgân" denir. Bu tâbir "ekâbir" yerine de kullanılırdı: Büzürgân-ı erbâb-ı tarikat (Tarikat erbabının büyükleri) gibi.
 
İçerik sağlayıcı "paylaşım" sitelerinden biri olan Harbimekan.Com Forum, Eğlence ve Güncel Paylaşım Platformu Adresimizde 5651 Sayılı Kanun’un 8. Maddesine ve T.C.K’nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Harbimekan.Com sitesindeki konular yada mesajlar hakkında yapılacak tüm hukuksal Şikayetler için info@harbimekan.com yada iletişim sayfası üzerinden iletişime geçilmesi halinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 3 Gün (72 Saat) içerisinde Forum yönetimi olarak tarafımızdan gereken işlemler yapılacaktır.

Bu Site, Bilim ve Sağlık Haber Ajansı Üyesidir.

Yığıntı - 8kez - kaynak mağazam - Uğur Ağdaş - genel forum - webp converter